Sorunsuz bir sekilde albümleri indirmek isterseniz premium üyelik almaniz tavsiye edilir...

16 Nis 2013

Ahmet Hasim, hayati, eserleri...

16622020_ahmet_hasim.jpg

1884'te Bagdat'ta dogdu, 1933'te Istanbul'da yasamini yitirdi. Fizan Mutasarrifi Arif Hikmet Bey'in oglu. Çocuklugu Bagdat'ta geçti. 12 yasinda annesinin ölümü üzerine babasiyla birlikte Istanbul'a geldi. Mektebe-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) yatili okudu. Tevfik Fikret ve Ahmed Hikmet Müftüoglu'nun ögrencisiydi. 1907'de mezun oldu. Bir süre Reji Idaresi'nde çalisti. Bir yandan da Hukuk Mektebi'ne devam etmeye basladi. Izmir Sultanisi Fransizca ögretmenligine atandi. Hukuk egitimini birakip Izmir'e gitti. 1912-1914 arasinda Maliye Nezareti'nde çevirmenlik yapti. 1. Dünya Savasi yillarini Çanakkale ve Izmir'de yedeksubay olarak geçirdi. Mütareke'den sonra Istanbul'a döndü. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik ve mitoloji ögretmenligi yapti. Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi'nde Fransizca dersleri verdi. Düyun-u Umumiye Idaresi'nde, Osmanli Bankasi'nda çalisti. Aksam ve Ikdam gazetelerinde köse yazilari yazdi.

1928'de böbrek rahatsizliginin tedavisi için yurtdisina gitti ama iyilesemeden döndü. Siire lise ögrenciligi yillarinda basladi. Ilk siirlerinde Abdülhak Hamit, Cenap Sahabettin, özellikle de Tevfik Fikret etkileri görülür.

Bilinen ilk siiri "Hayal-i Askim"da bu yönelmelere ragmen yeni bir sanat yönelimi oldugu dikkat çeker. Gençlik siirleri Mecmua-i Edebiye, Musavver Terakki, Asiyan, Jale, Musavver Muhit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap dergilerinde yayinlandi. Bu siirleri kitaplarina almadi. 2. Mesrutiyet'in yazinsal karmasa ortaminda onun siiri ayri bir ses olarak kendisini gösterdi.

1921'de basilan ilk siir kitabi "Göl Saatleri"nin basindaki küçük manzumeler, bu dönemin asil eserleridir. Izlenimci ressam etüdlerini andiran bu siirlerle Ahmed Hasim, doganin özünü sizdirmak ister gibidir.

Siiri, bir yandan Verlaine müzigine yaklasirken, bir yandan Seyh Gâlib'in pariltisini tasir. "Göl Saatleri", "Göl Kuslari", "Serbest Müstezatlar" ve "Muhtelif Siirler" olmak üzere dört bölümden olusan bu kitap Türk siirinin Yahya Kemal Beyatli'dan sonraki ikinci kanadini kurar. Beyatli'nin genis kesimleri kucaklayan toplumcu ve ulusçu siirine karsilik Hasim daha dar ama daha derin bir kanalda akmayi tercih eder.

Ikinci ve son siir kitabi "Piyale"nin girisinde "Siir Hakkinda Bazi Mülahazalar" bölümünde siirle ilgili görüslerini açiklar: Sair ne bir gerçek habercisi, ne güzel konusmayi sanat haline getirmis bir kisi, ne de bir yasak koyucudur. Sairin dili, düzyazi gibi anlasilmak için degil, hissedilmek için yaratilmis, müzik ile söz arasinda, ama sözden çok müzige yakin ortalama bir dildir. Düzyazida anlatimi yaratan ögeler siir için sözkonusu olamaz. Düzyazi us ve mantik dogrur, siir ise algi bölümleri disinda isimsiz bir kaynaktir. Gizlige, bilinmezlige gömülmüstür. Sairin dili, duyumlarin yari aydinlik sinirlarinda yakalanabilir. Anlam bulmak için siiri desmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir. Siirde önemli olan sözcügün anlami degil, siir içindeki söylenis degeridir. Siiri ortak bir dil olarak düsünenler bos bir hayal kuruyor demektir.

"Piyale" kitabindaki "Merdiven" ve "Bir Günün Sonunda Arzu" siirleri, bu görüsleri yansitan ve Türk edebiyatinda görülmemis bir siirselligi ortaya koyan ürünlerdir. Bu kitapla birlikte Hasim'e saldirilar artti. Ölçü ve Türkçe bilmemekle, toplum sorunlarina ilgisizlikle suçlandi. Yine de siirleriyle 20'nci yüzyilin ilk çeyregini etkilemeyi basardi.
Ahmet Hâsim (özet):

.Fecr-i Âti toplulugunun en güçlü sairidir.
.Siirlerinde musiki de vardir.
.Empresyonizm ve sembolizmin etkisiyle siirler yazar.
.Ona göre siir, anlamin ve ahengin uyumundan dogar.
.Ahenk kavramina büyük önem verir.
.Sanatçiya göre gerçek siir, nesre çevrilmesi mümkün olmayan bir siirdir.
.Aruz ölçüsüyle yazan sair, Arapça ve Farsça sözcüklere de bolca yer verir.
.Hasim, anlamca kapali olan siirleri sever.
.Serbest müstezata ilgi duyar. Hasim'e göre siirlerde "açiklik" ve "fikir" gereksizdir. Siir, anlamini okuyucudan almalidir. Okuyucu kendi gücü oraninda yorum yapmalidir.
."Piyâle" Hasim'in olgunluk dönemi siirlerini kapsamaktadir.
.Bu dönemde hayat ve kadin karsisinda kendisini yalnizlik içinde bulan sanatçinin ruh yansimalari vardir.
.Ahmet Hasim, hece ölçüsünü musiki açisindan yeterli görmez, serbest müstezati Servet-i Fünûnculardan daha rahat kullanir.
.Siirlerinde tasvire yer veren sanatçi sifatlari da çok kullanir.
.Sembolizmin ahenk ve anlam kapaliligi ilkesinden; empresyonizmin izlenimlerinden yararlanir.
.Sanatçi, toplumsal sorunlara ilgisizdir. Siirlerinin konusunu hüzün, yalnizlik, ölüm, ask gibi bireysel konular olusturur.
.Hasim'e göre siir, musiki ile söz arasinda; fakat sözden çok musikiye yakin bir dildir. Siirlerin, açik ve anlasilir olmasina karsidir. Hasim; sari, kirmizi, siyah renkleri kullanir.
.Siirlerinde duygusalliga anlam kargasaligina önem veren sanatçi nesirlerinde açik, yalin, anlasilir bir üslupla karsimiza çikar. Sanatçinin fikralari, edebi tenkitleri, gezi yazilari vardir. Ayrica nesirlerinde sosyal konulara da agirlik verir.


Ahmet Hasim Bey Hayatini Anlatiyor...

Göl Saatleri sairi bir hafta evvel söz vermisti. Yalniz nerede bulusabilecegimizin tayinini bana birakiyordu.
- Mesela matbaada görüsebiliriz. Her gün Ikdam'dayim, dört ile bes arasinda.
Bir gazetecinin gündelik hayatinda bu saatlerin nasil dakikasi dakikasina taksim edilmis oldugunu Ahmet Hasim Bey, bilmez degildi. Fakat ne yapsin ki onun da baska zamani yoktu. Geçen aksam Ankara caddesinde karsilastigimiz zaman hatirlattim:
- Hasim Bey, bugün, mutlaka sizi görmeliyim.
Bermutat[1], "hay hay olur ne zaman isterseniz" deyip geçecekti. Fakat o kadar israr ettim ki:
- Durun öyle ise. demeye mecbur oldu. Bu aksam saat yedi buçukta Lebon'da olmaz mi?
Tam vaktinde Lebon'da idim. Hasim Bey beni görür görmez saatine bakti:
- Tam yirmi dakika vaktim var.
Cevap verdim.
- O kadar sürmez bile.
-O halde, bekliyorum.
- Ne soracagimizi tahmin etmediniz mi?
- Tahmin ettim ama, ihtiyaten[2] sormayi tercih ederim. O zamana kadar ben de cevabini hazirlarim.
- Peki üstad. dedim. Mesela yaziya nasil basladiginizi hikâye edebilirsiniz.
Çorak sanat sofrasinda bize ilk atesîn Piyale'yi sunan sair, bu sualimi dudaklarinda gizli bir tebessümle dinledikten sonra dedi ki:
- Ben edebiyata, alayla basladim. Bakin size anlatayim. Küçükken edebiyat denilen "sey"i sevmezdim, siirden filan âdeta igrenirdim. Akrabadan bir süvari zabiti vardi. Muharebede öldü zavalli; o zamanlar, daha mektepte idi. Koltugunda bir sürü kitapla hafta baslarinda bizim eve gelirdi, bu kitaplar arasinda Naci ve emsalinin[3] siirleri de vardi. Ben, bunlari her görüsümde:
- Ugrasacak baska bir sey bulamadin mi? diye zavalliya takilirdim. Sonra o orduya gitti. Kitaplari bize kaldi. Bir gün, nasilsa merak ederek içlerinden bir tanesini elime aldim. Surasina burasina göz atarken tuhaf bir alâka ile okumaya basladim. Sonra, nasil bir bos dakikamda bilmiyorum, onlara benzer bir sey yazmak arzusu içimde uyaniverdi. Ve bir siir yazdim. Bu benim ilk siirimdi. Fakat, bir anda o kadar saçma ve mânâsiz buldum ki, akabinde mektepte çekmeceye attim. Bir gün, arkadaslardan biri çekmecemi karistirirken bu saçmayi bulmus ve benden habersiz, o zamanlar yeni intisar etmeye baslayan Mecmua-i Edebiye ismindeki risaleye göndermis. Birkaç gün sora idi mecmuanin bir nüshasi elime geçti.
A. tuhaf sey. muhaberât-i aleniye[4] kisminda benim ismim: "Ahmet Hasim Efendi'ye" tarzinda bir mukaddime[5], sonra da manzumenizi pek begendik. Gelecek nüshamizda nesre baslayacagiz! Kabilinden birkaç söz. Hayretler içinde kaldim. Siirle mesgul olabilecegime bizzat kendim bile inanmiyordum. O zaman Galatasaray'da Ziya Bey isminde bir Fransizca hocamiz vardi. Nasilsa kulagina çalinmis. Bir gün beni derse kaldirdi.
- Hasim Efendi, dedi, sen siir yaziyormussun!
Kipkirmizi oldum. Gûyâ, sâyân-i hicab bir hareket yapmistim. Derhal inkâr ettim:
- Hayir efendim.
Ziya Bey, buna inanmadi. Fakat inanmis görünerek:
- Ben senin daha ciddi seylerle mesgul olmani arzu ederdim, dedi.
Bu bana uzun müddet için ders oldu. Tamam üç sene sairligi biraktim. Mekteb-i Sultanî'nin ikinci sinifina geçtigim zaman, hastalik tekrar nüksetti[6]. O tarihte postahane yaninda, Babikyan isminde bir kitapçi vardi. Ara sira, gider kitap filan alirdim. Bir gün yine oradan geçerken camekânda gözüme ilisti: Bu Sembolist Fransiz sairlerinin müntehap eserlerinden mürekkep bir kitapti, ismi de Bugünkü Sairler. (Les poètes d'aujourd'hui).
Henri de Régnier'nin, Verhaeren'in ve diger muasir sanatkârlarin eserlerinden en güzel parçalari bir araya toplayan bu kitaba derhal alâkadar oldum ve derhal parasini verip bir tane satin aldim. Bu yepyeni siir âlemi, benim üzerimde müthis bir tesir yapti. O kadar ki kitabi elimden birakmaz olmustum. Dershanede, sokakta, evde hep bu kitap. Dedim ya, yeniden siire baslamistim. "Si'r-i Kamer"i bugünlerde yazdim fakat çok geçmeden onu da begenmez oldum. Fransiz serbest nazim usulünü Türkçeye tatbik etmeye özeniyordum. Bu tarzda yazdigim birkaç siir, o sirada bazi kimselerin nazar-i dikkatini celbetmis. Bu alâka beni siire ve sanata daha ciddi surette bagladi
Siirle istigalimden bir iki sene sonra Mesrutiyet ilan edildi. Benim neslimden gençler gülünç bir isim altinda bir edebî taazzuv[7] vücuda getirmislerdi. Ben, vâkia o taazzuva kendimi tamamen baglamis degildim. Fakat bütün oradakiler benim arkadasimdi.
- Üstad, dedim, Fecr-i Âti'yi kastediyorsunuz galiba.
Hasim Bey, müstehziyane[8] devam etti.
- Evet, Fecr-i Âti. dedigim gibi. Ben bu fecr-i kâzibe[9] kendimi kaptirmadim. Yalniz, bu zümre ile kisaca alâkadar oldum. Bu alâkadarligimin en büyük mükâfati da bana Yakup Kadri ile tanismak vesilesini vermis olmasidir.
Dedim ki:
- Ya Piyale üstad?.. Hepimizi mesteden Piyale'leden bahsetmediniz.
- Piyale'den evvel Göl Saatleri'ni yazmistim. Izmir'de bulundugum siralarda idi. Bazi yaz aksamlari, Halkapinar taraflarina giderdim. Orasi birçok su birikintileri, sazlarla dolu idi. Yavru kuslar, gelir o sazlarin üzerine konar ötüsürlerdi. Bu manzara üzerimde tesirini yapmaya baslamisti. Her tenezzüh[10]te Göl Saatleri'nin misraini hayalimde yapmak suretiyle iki ay içinde manzumemi ikmâl ettim.
Piyale ise bes alti sene sonra yazilmis siirlerim bir araya getirilerek kitap halinde nesredildi. Piyale'nin baslica kismi lisanin Türkçelesmesine dogru baslayan makul hareketin tesiri altinda vücuda getirilmis siirlerdir.
- Nasil yazarsiniz, Hasim Bey?
Göl Saatleri sairi, durgun ve lâkayddi.
- Ben, dedi, siiri hiçbir zaman ciddi bir is olarak telâkki[11] etmedim. Ara sira ve ancak kendimi yazmaya meyyal hissetigim zamanlar yazi yazarim. Ve bunun içindir ki müskilâta dûçâr[12] olmam. Bazen dört misrai dört senede bitirdigim vâkidir. Misralar, senelere taksim edilince, görürsünüz ki yorgunluk çok degildir. Mamafih, yazinin güç bir sanat oldugunu, ugrastirici ve müskil bir is oldugunu itiraf etmeliyim.
- Kimleri begenirsiniz?
Hasim Bey tereddütsüz cevap verdi:
- Yakup kadri ve Falih Rifki'nin lisanindan baskalarini begenmem. Bunlar, bana lisanimdan zevk almam için kâfi geliyor.
Son zamanlarda ismi taninmaya baslayan Kara Davud müellifi Nizamettin Bey'in de Türkçesinin hosuma gittigini söylemeliyim. Eskiler mi dediniz?
Eskileri bilâ-istisna[13] begenirim. Hepsinde ayri ayri güzellikler ve fevkaladelikler buldum.
Soruyorsunuz: Gürültü arasinda yazi yazabilir miyim? Azizim. Eger bu gürültü hosuma giden bir gürültü degilse hiç alâkadar olmam. Önümdeki yazi ile mesgul olmaktan beni ayiran gürültü, mutlaka merakimi tahrik etmis demektir.
Hasim Bey burada tekrar saatine bakti: Bunu "Vapura ancak yetisebilecegim" demek oldugunu anlamamak imkâni var miydi? Bize az fakat öz ve temiz sanat eserleri hediye eden kuvvetli saire veda ederek yanindan ayrildim.

Ağaç...

Gün bitti. Agacta nes`e söndü.
Yaprak ates oldu, kus da yakut;
Yaprakla kusun pariltisindan
Havzun suyu erguvana döndü


Akşam Yine Toplandı Derinde...

Canan gülüyor eski yerinde
Canan ki gündüzleri gelmez
Akşam görünür havuz üzerinde,

Mehtab, kemer taze belinde
Üstünde sema, gizli bir örtü
Yıldızlar, onun gülüdür elinde...


Bahçe...

Bir Acem bahçesi, bir seccade
Dolduran havzı ateşten bade.
Ne kadar gamlı bu akşam vakti
Bakışın benzemiyor mutade.

Gök yeşil, yer sarı, mercan dallar
Dalmış üstündeki kuşlar yâda.
Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Bu sönen, gölgelenen dünyada.


Bir Günün Sonunda Arzu...

Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümayan,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nalan;
Gün doğdu yazık arkalarında!
Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını ömrün eder ilân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler?
Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde sema kavs-i mutalsam!
Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

(1921)


Bir Yaz Gecesi Hatırası...

İşveyle, fısıltıyla, gülüşle
Olmuş sebi sevda yine bihap
Oklar gibi saplanmada kalbe
Düştükçe semadan yere mehtap...

Buseyle kilitlenmiş ağızlar
Gözler neler eyler neler israp! ...
Uçmakta bu ateşli havada
Vuslat demi bir kuş gibi bitap...


Bül Bül...

Bir gamlı hazânın seherinde,
Isrâra ne hâcet yine bülbül?

Bil, kalbimizin bahçelerinde,
Cân verdi senin söylediğin gül.

Savrulmada gül şimdi havada,
Gün doğmada bir başka ziyâda.


Gece...

Titreyen ellerimle penceremi
Actim afaki leyle karsi... Yine
Gecenin gölgeden manazirina
Imtizac eylemis nücumü bahar...

Sihri eb`at icinde simdi gümüs
Bir sehap andiran miyah uyumus..
Kalbi seydayi leyl olan rüzgar
Esiyor gölgelerde velvelekar...

Ah o bir aski bi-tenahi mi
Geceden, tudei manazirdan
Yükselen rasei humarü buhar?

Sanki hulyayi vasla müstagrak
Sebi bir itri hisle doldurarak
Dolasan, titresen kadinlardi...

Sanki bir savti gaibü mühtez
Kalbe bir aski bi-vefa yetmez
'Seviniz, muttasil sevin! ' derdi


Gelmeden Evvel, Geldin, Birlikte...

Kalbim
Benim bir ormandı,
İsimsiz, asude,
Bir büyük orman;
Ve gölgelerinde revan
Olan hafi suların aks-i şevk-i müttaridi
Dağıtırken sükutu bihude,
Düşünürdüm ki, hangi gün, ne zaman,
Ne zaman
Girecektin o kalb-i mes'ude?

Etmeden zehr-bad-ı fasl-ı elem
Reng-i eşcar ü abı fersude,
Dolacak mıydı seslerin, bilmem
O tehi saye zar-ı mesdude?

Sanki hicrana bir teselliydi
Şeceristan-ı kalb içinde revan
Olan hafi suların musiki-i nevmidi.


GELDİN...

Bir gün
Akşamın ölgün
Duran o namütenahi ziya denizlerine
Gark olan eşcar,
Gark olan ovalar
Oluyorken sükut ü hüzne makar
Geldin alam-ı kalbi teskine

Ey şebabın hayal-ı cavidi,
O melul akşamın havası kadar
Gelişin bir sükun-ı saridi...


BİRLİKTE...

Bütün bizimçündür
Nukuş-ı encüm-i vahdetle işlenen bir tül
Gibi üstünde titreyen bu sema;
Gecenin dallarında şimdi açan
Bu kamer,
Bu altın gül...

Bütün bizimçündür
Ne varsa aşk ile bidar-ı ra'şe, ya naim,
Ne varsa aid olan leyl-i hande-me'nusa,
Sana aid lebimdeki buse,
Lebinin surh-ı bizevali benim.



Havuz...

Akşam Yine Toplandı Derinde

Canan gülüyor eski yerinde
Canan ki gündüzleri gelmez
Akşam görünür havuz üzerinde,

Mehtab kemer taze belinde
Üstünde sema gizli bir örtü
Yıldızlar onun guldür elinde...



Karanfil...

Yarin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil,
Gönlüm acısından bunu bildi!

Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler;
Gönlüm ona pervane kesildi.



Karanlık...

Aşkın bu karanlık gecesinde
Bülbül yine vahşi müterennim
Mecnûn'u terk etti mi Leylâ?
Vahşî sesi firkat sesi sandım.

Aşkın bu karanlık gecesinde,
Hicrânımı duydum, seni andım,
Firkatzede bülbül gibi yandım.



Kari'e...

Muzlim şeceristan arasında
Esrar ile yekpare münevver
Bir yoldur açılmış sana derdim.

Ka'ri bu kitabın gecesinde
Mehtabı seninçün yere serdim.



Mehtabta Leylekler...

Kenâr-ı âba dizilmiş, sükûn ile bekler
Füsûn-ı mâha dalan pür-hayâl leylekler...

Havâda bir gölü tanzir eder semâ bu gece
Onun böcekleri gûyâ nücûmdur yekser...

Neden bu âb-ı semâvîde avlananlar yok
Bu haşr-ı nûr-ı hüveynâtı hangi kuşlar yer?

Eder bu hikmete gûyâ ki vakf-ı rûh u nazar
Füsûn-ı mâha dalan pür-hayâl leylekler.



Merdiven...
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak

Sular sarardı yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta

Eğilmiş arza kanar muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı neden tunca benziyor mermer

Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta



O Belde...

Denizlerden
Esen bu ince hava saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melal-i hasret ü gurbetle ufk-ı şama bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesa,
Ne de alam-ı fikre bir mersa:
Olan bu mai deniz,
Melali anlamayan nesle aşina: değiliz.
Sana yalnIz bir ince taze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefil iştiha, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'na,
Ne bu akşamda bir gam-ı nermin
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-i istitar ü istiğna
Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bu-yi ruhunu guya:.
Uzak
Ve mai gölgeli bir beldeden cüda kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkumuz...
O belde?
Durur menatık-ı duşize-yi tahayyülde;
Mai bir akşam
Eder üstünde daima aram;
Eteklerinde deniz
Döker ervaha bir sükün-ı menam.
Kadınlar orda güzel, ince, saf, leylidir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veya hud yar;
Dilde tenvim-i ıstırabı bilir
DudaklarIndaki giryende buseler, yahud,
O gözlerindeki nili süku:t-ı istifham
Onların ruhu, şam-ı muğberden
Mütekasif menekşelerdir ki
Mütemadi sükun u samtı arar.
Şu'le-i bi-ziya-yı hüzn-i kamer
Mülteci sanki sade ellerine
O kadar natüvan ki, ah, onlar,
Onların hüzn-i lal ü müştereki,
Sonra dalgın mesa, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...
O belde
Hangi bir kıt'a-i muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dur ile mahdud?
Bir yalan yer midir veya mevcud
Fakat bulunmayacak bir melaz-ı hulya mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mai deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehziz
Bende evtar-ı hüzn ü ilhamı
Uzak
Ve mai gölgeli bir beldeden cüda kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkumuz...



O Eski Hücreye Benzer Ki...

Ziya-yı şemse kapanmış bütün deriçeleri
Bir öyle hücreye benzer ki ömrümün kederi.

Gubar-ı ye's ü fena sinmiş orda elvana
Emel, heves bırakılmış sükut u nisyana.

Bütün hadayık-ı histen o toplanan ezhar
Uyur mekaabir-i minada bi-ümid-i bahar.

Bu penbe gül, bu gül ağır ağır erimiş
Üzerlerinde değiştikçe her mükedder kış.

Ocak harab ü tehi, lamba kimsesiz, a'ma
Bu samt-ı haste eder hüzn ü uzleti ima.

Soluk cidara asılmış, durur garik-i melal
O çehreler ki uyur gözlerinde eski hayal...

O eski hücreye benzer ki ömrümün kederi
Çekilmiş ufk-ı teselliye karşı perdeleri...



Orman...

Su değil, mesimin havası akan
Duyduğun yaprağın, dalın sesidir
Suda yıldızların parıltısıdır
Bu karanlıkta bazı bazı çakan...



Öğle...

Yeşil sularda, büyük inciden çiçekler açar
Gümüş böcekler okur aba bir neşide-i hab,
Durur sevahilin üstünde, biheves, bitab,
Güneş ziyasını içmiş benat-ı hab-ı serab.



Parıltı...

Ateş gibi bir nehr akıyordu
Ruhumla o ruhun arasından
Bahsetti derinden ona halim
Aşkın bu onulmaz yarasından.

Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan
Baktım ona sesizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi...



Seher...

Ağaçların seheri zirvesinde titreşiyor
Tuyûr-ı fâniye-i âlem-i tahayyül ü hâb.
Semâyı kaplayacak, şimdi, gâzeler gibi nûr
Zavallılar kalacaklar esir-i ufk-ı türâb.

Ve onların gözü eyler nücûm-ı fecre itâb
Ve onların sesi eyler «nihayet»i işrâb...



Sonbahar...

Bir taraf bahce, bir tarafta dere
Gel uzan sevgilim benimle yere
Suyu yakuta döndüren bu hazan
Bizi gark eyliyor düsüncelere.



Süvari...

Şu bakır zirvelerin ardından
Bir süvari geliyor kan rengi.
Başlıyor şimdi malül akşamda
Son ışıklarla bulutlar cengi.

Bir bakır tasta alev şimdi havuz
Suya saplandı kızıl mızraklar.
Açılıp kıvranarak göklerde
Uçuyor parçalanan bayraklar.



Şafakta...

Dönsek mi bu aşkın şafağından,
Gitsek mi ekaalîm-i leyâle?
Bizden daha evvel erişenler,
Ağlar bugün, evvelki hayale...

Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek,
Düştüyse gönüller bu melâle?
Bir eldir ufuklardan uzanmış,
Zulmet bizi çekmekte visâle...



Şairsiz dünya...

Şairdir şiiri anlatan
Şairdir seni tanıyan
Şairdir duyguları yaşayan
Şairdir size bakan



Tahattur...

Bir Acem bahçesi, bir seccâde,
Dolduran havzı ateşten bâde...
Ne kadar gamlı bu akşam vakti...
Bakışın benzemiyor mu'tade.

Gök yeşil, yer sarı, mercân dallar,
Dalmış üstündeki kuşlar yâda;
Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Bu sönen, gölgelenen dünyâda!



Yarı Yol...
Nasıl istersen öyle dinle, bakın,
Dalların zirvesindeyiz ancak,
Yarı yoldan ziyade yerden uzak.
Yarı yoldan ziyade maha yakın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ë